Firmalararası rekabet her geçen gün artmakta ve iyi yönetilmeyen işletmelerin piyasada kalma şansları azalmaktadır. Piyasa koşulları başarılı kuruluşların yaşamasına olanak tanırken, başarısız kuruluşları iflasa kadar götürebilmektedir. İşletmeler, içinde bulundukları çevreden soyutlanamazlar. Bu nedenle günümüzde işletmeler makro düzeyde alınan yanlış kararlar yüzünden de bir anda iflas riski ile karşı karşıya kalabilmektedirler. Ülke ekonomik politika ve kararlarında yapılan hatalar ve ani değişiklikler finans kesiminde de büyük dalgalanmalara neden olmaktadır. Piyasalara olan güvenin tartışılmayacak kadar üst düzeyde tutulması gereken bir ekonomik ortamda, finans sektöründe ortaya çıkabilecek bir güven bunalımı mal ve hizmet piyasalarında da büyük bir krizi gündeme getirmektedir. Devletin 1980'li yıllardan başlayarak günümüze kadar artan bir hızla devam eden kamu finansman açıklarını içte ve dışta borçlanarak kapamaya çalışması; bunu çok yüksek faiz oranları ödeyerek yapması işletmeleri ve bu arada bankaları, döviz kuru riski ile birlikte yönetilmesi zor bir diğer risk olan faiz oranı riski ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu durum, bankaları olduğu kadar reel sektörde faaliyet gösteren işletmelerin bilançolarını da olumsuz yönde etkilemiş, karlılıklarını azaltmış, öz kaynaklarını güçlendirme olanaklarını sınırlamıştır. Buna karşılık, kamunun artan borçlanma ihtiyacından ve hızla yükselen Türk Lirası maliyetinden dolayı bankalar ve bu arada bazı işletmeler, yurtdışından borçlanmayı artırmışlar ve döviz pozisyon açıklarını büyütmüşlerdir. Dışa açılma ile birlikte giderek artan liberalleşme politikaları, daha önceleri görülmeyen veya çok az hissedilen bazı az risklerin yoğun bir şekilde işletmelerin, özellikle de banka işletmelerinin bilançolarına yerleşmesine neden olmuştur. Bu risk kaynakları başta döviz kuru olmak üzere faiz oranları, likidite, kredi ve pazar riskleri şeklinde ortaya çıkar.
"Kambiyo Riski" veya "Kur Riski" olarak da tanımlanabilen döviz riski, döviz piyasalarında para birimlerinin birbirlerine karşı değer kazanma ve kaybetmeleri sonucunda ortaya çıkan riskler olarak tanımlanabilir. Devalüasyon ve revalüasyon dönemlerinde bankaların ve diğer işletmelerin kazançlı çıkabilmesi kurdaki değişmeleri önceden tahmin ederek, pozisyon almalarına bağlıdır. Döviz kuru piyasasında sabit kurdan serbest kura geçiş denemeleri ve birçok ülke parası karşısında Türk Lirası'nın konvertibilitesinin sağlanması bankacılık sektöründe döviz kuru riskinin yönetilmesini zorlaştırmıştır. Bugün, bankalarımızın hemen hepsi bilançolarının pasiflerinde Türk Lirası cinsinden mevduat yanında yabancı para cinsinden mevduata ve aktiflerinde ise, Türk Lirası krediler yanında yabancı para cinsinden kredilere çok önemli ölçüde yer vermiş bulunmaktalar. Bu nedenle günümüzde banka işletmelerinin döviz pozisyonu yönetimi çok önemli bir yönetim fonksiyonu haline gelmiştir. Çünkü döviz kurlarındaki değişmeleri doğru olarak tahmin etmek ve buna göre pozisyon almak suretiyle riskten kaçınmak ve kazanç sağlamak mümkündür.Eğer bir işletmenin veya bankanın döviz cinsinden alacakları döviz cinsinden borçlarından fazla ise , bu durum (Over bought) uzun pozisyonu ifade eder. Böyle bir durumda yabancı paranın değer kazanması (Yerli paranın devalüe edilmesi) ile ve sadece bu değişiklik nedeniyle işletme önemli ölçüde kazanç sağlayacaktır. Yerli paranın yabancı para karşısında değer kazanması durumunda da zarar edecektir. Örneğin sıkı para politikasının uygulandığı dönemlerde bu durumla karşılaşılabilmektedir. Öte yandan bankaların veya işletmelerin döviz cinsinden alacaklarının döviz cinsinden borçlarından az olması, işletmenin kısa pozisyonda (Over sold) bulunması anlamına gelir ve böyle bir durumda da yerli paranın değer kazanması (Revalüe edilmesi) bankanın kazançlarını artıracak; devalüasyon ise, kayıplarının artmasına yol açacaktır. Nitekim Şubat 2001 krizinde daha önce uygulanan enflasyonu % 20-25'lere çekme programının en önemli ayağını oluşturan döviz kuru çıpası terkedilmiş ve kur dalgalanmaya bırakılmıştır Herkes tarafından bilindiği gibi bu gelişme sonucunda Türk lirası bir gecede dolar karşısında % 90-95 değer kaybetmiştir. Ne yazık ki o günlerde bankalar toplam olarak 21 milyar dolar, reel sektör işletmeleri de 32 milyar dolar açık pozisyon taşıyorlardı. Günümüzde Merkez Bankası, elindeki döviz rezervlerini kullanarak döviz piyasasına sık sık müdahale etmekte, spekülasyonu ve Türk Lirası'nın değerini düşürücü olağan dışı hareketleri frenlemektedir.
Oysa Bankalarımız pahalı bir kaynak olan Türk Lirası cinsinden mevduat toplamak yerine, riski daha yüksek olan dış kaynakları tercih etmektedirler. Ancak bu politika, bankaları T.C.M.B.'nın döviz kuru politikasına aşırı ölçüde duyarlı hale getirmiştir. Oysa kanımızca Merkez Bankası tarafından sıkıştıkça izlenilmekte olan ve bundan sonra da izlenilmesi muhtemel olan güdümlü kambiyo kuru politikası yüksek oranlı devalüasyonlarda bankaları ve işletmeleri yine zor durumda bırakabilecektir. Nitekim Kasım 2000 krizinden önce de Euro piyasalarda borçlanma faizleri yüksek risk primi nedeniyle artmış, Şubat 2001'e gelindiğinde hem kamu bankalarının hem de portföylerinde yüksek oranda kamu kağıtlarına yer veren Demirbank gibi bazı özel bankaların ve işletmelerin iç piyasada çok yüksek faizler ödeyerek borçlanmak istemeleri krizin hızlanmasına yol açmış ve pozisyon açığı taşıyan diğer banka ve işletmelerin de devreye girmesiyle felaket tablosu tamamlanmıştır. Oysa 1999 Eylül sonunda alınan bir kararla bankaların açık pozisyon sınırı sermayenin %20'si olarak belirlenmişti. Bu sınırı aşan bankalar Haziran 2000 sonuna kadar Merkez Bankasına yüzde sekiz munzam karşılık yatırmak zorundaydılar. Bu oran daha sonra % 100'e çıkarılınca ve açık pozisyon kuralına uyulmayınca bilançoların pasifinde bu risk önemli boyutlara ulaşmıştır.Krize girilmeden önce finansmanda yabancı para cinsinden borçlanmaya ağırlık veren işletme yönetimleri devalüasyonu takiben açık cinsinden borç ve alacaklarını ona göre ayarlamaları gerekmektedir. Riskten pozisyon tutmanın cezasını iflasa kadar varan bir bedelle ödemişlerdir. İşletmelerin bu önemli riskten kendilerini koruyabilmeleri için döviz kurundaki olası değişmeleri yakından ve sürekli olarak izlemeleri gerekir. Döviz riskinden korunmanın bir diğer yolu vadeli işlem piyasalarında opsiyon, forwards ve future işlemlerine başvurarak kur değişmelerinden doğabilecek kayıpları bu yolla en aza indirmektir.
Faiz Oranı Riski
Faiz oranı riski, faiz oranlarında meydana gelen değişmeler karşısında kazançlarda meydana gelen azalma veya kayıplarda meydana gelen artma olarak tanımlanabilir. Banka bilançolarında birçok kalem, faiz oranlarına indeksli gelir ve maliyetler yaratır. Faiz oranları istikrarlı değilse, kazançlar da buna bağlı olarak değişir. Borç verenler, faiz oranları düştükçe kazançlarının da buna paralel olarak düştüğünü göreceklerdir. Değişken faiz ile borçlanan taraf da faiz oranları yükseldikçe maliyet artışları ile karşılaşır. Faiz oranı riski, bir diğer şekilde banka ürünlerindeki çeşitlilikten kaynaklanır. Örneğin sabit faizli bir borcun vadesinden önce ödenmesi durumunda böyle bir riskle karşılaşılır. Çünkü borçlu yüksek faizli borcunu ödeyecek ve daha düşük faiz üzerinden yeniden borçlanacaktır. Günümüzde bankaların faiz vade ve oranlarındaki değişimler nedeni ile zarara uğrama olasılığı giderek artmaktadır. Banka yöneticileri faiz oranlarının gelecekteki durumunu doğru olarak tahmin edebildiklerine inanıyorlarsa, bu duruma uygun olarak izleyecekleri stratejileri düzenleyebilirler. Örneğin, faiz oranlarının artacağı yönünde bir beklentinin olduğu dönemlerde, yükümlülüklere göre daha duyarlı varlıklara sahip olma yönünde kararlar alabilir ve faiz oranındaki değişmelerin ortaya koyduğu risklerden korunmak için değişik pozisyon tutabilirler. Bir diğer deyişle, faiz oranlarının yükseleceğini tahmin ediyorlarsa riskten korunmak için faize karşı duyarlı aktiflerinin (rate sensitive assets), faize karşı duyarlı yükümlülüklerinden (rate sensitive liabilities) fazla olmasına özen gösterirler. Faiz oranlarındaki dalgalanmalara paralel olarak, bankaların aktif ve pasiflerinin fiyatlandırılmasında meydana gelen değişim lehlerine olabileceği gibi, aleyhlerine de sonuçlanabilir. İşletmelerin bilançolarında cari aktifler arasında yer alan alıcılar kalemi ile cari pasifler arasında yer alan satıcılar kaleminin enflasyon ortamında veya kriz dönemlerinde yakından takibe alınması önem kazanır. Faiz oranlarındaki artışlar faize karşı duyarlı aktifleri faize karşı duyarlı pasiflerinden fazla olan işletmeler bu artıştan ötürü kazançlı çıkarken aksi durumda olan işletmeler kaybederler. Ayrıca aktifteki alacaklarla pasifteki borçların vade uyumuna (Matching) dikkat edilmesi gerekir. Alacakların ortalama vadesinin borçların ortalama vadesinden büyük olması satıcıların işletmeyi finanse ettiği süreden daha fazla işletmenin müşterilerini finanse ettiği anlamına gelir ki, bu durum işletmenin daha fazla finans maliyeti yüklenmesi demektir. Son yıllarda geliştirilen süre (Duration) ve açıklık (GAP) analizleri, banka ve işletme yöneticilerine faiz oranı ve kur riskinden korunabilmeleri için izleyecekleri stratejileri belirlemede yardımcı olan bir "Aktif-Pasif Yönetimi" (Assets-Liabilities Management, ALM) tekniğidir.
Faiz riskinden korunabilmek için iki yönlü bir analiz gerekecektir. Bunlardan birincisi, faiz oranı uyumu amacına yönelik olurken, diğeri efektif vadenin saptanmasına yönelmelidir. Aslında efektif vade; kaynak ve kullanımları arasındaki likidite sorunu gibi görünse de bankaların uzun vadeli kaynaklar ile fonladıkları kısa vadeli varlıklarının geri dönmesi durumunda ellerindeki fonu yeniden plase etmesi gerekmektedir. Bu durumda, bu fona uygulanacak uygun faiz oranı ve uygun vade bileşeni önem kazanmaktadır. Banka yönetimleri vade ile ilgili olarak ortaya çıkan risklerden korunmak için "Süre Analiz" (duration) tekniğinden yararlanmaktadırlar.
Kredi Riski
Mevduatlardan, kredilere yönlendirilen fonların geri ödenmemesi veya ödemenin gecikmeli olarak gerçekleşmesi kredi riskini doğurmaktadır. Yaşanılan yüksek enflasyonun ülkemiz ekonomisinde neden olduğu belirsizlikler, bankaların faiz yükünü artırmakta ve banka alacaklarının tahsilini zorlaştırıcı bir etki yapmaktadır. Öte yandan bankaların bu riskten kurtulmak için kısa ve/veya çok kısa vadeye yönelmeleri, bilançolarında faize hassas kalemlerin artışına sebep olmaktadır. Ancak, toplam kredilerin ne kadarlık bir bölümünün geri dönmeyeceği veya geç döneceği geçmiş deneyimler ve açılan kredilerin güvencesine bakılarak tahmin edilebilir. Bu durumda da borçluların geri vermediği veya geç ödediği kredi tutarları öngörülen tutarı aşıyorsa bankalar için beklenmedik bir kredi riski doğmuş olur. Bankaların kredi kararlarını akılcı bir şekilde değerlendirmesi ekonomik yaşamın düzenli işleyişi açısından son derece önemlidir. Yanlış değerlendirmelerde bulunmak hem ekonomisi hem de banka kaynaklarının etkin kullanılamaması sorununu gündeme getirir. Sorunlu kredilerin yüksekliği bankaların yurtdışı borçlanma kapasitelerini etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. Yurtdışındaki kreditörler, Türk bankalarına kredi aktarırken veya kredi limiti belirlerken kredi verecekleri bankayı yakından takibe almakta ve risk derecelendirmesi (rating) yapmaktadırlar. Eğer, bankaların açtıkları krediler az sayıda ve önemli miktarlarda ise, bu durumda kredilerin ödenmemesi bankanın iflas riskini arttırır. Sorunlu krediler, üst yönetimin zamanını alır ve çalışanların moralini ve verimliliğini olumsuz yönde etkiler. Bu nedenle bankaların kredi kararlarını akılcı bir şekilde değerlendirmesi, ekonomik yaşamın düzenli işleyişi açısından son derece önemlidir. Yanlış değerlendirmeler hem bankanın, hem de ülke kaynaklarının israfı demektir. Bir kredinin sorunlu kredi durumuna düşmesinden sonra, sorunların çözümü zordur. Banka yönetiminin yapması gereken şey sorunların çıkmasına meydan vermemek ve çıkabilecek sorunları erken teşhis etmektir. Bir bankanın riskli bir işletmeye kredi vermesi kadar, risksiz bir işletmeye kredi vermemesi de hatalı bir karardır. Riskli işletmeye verilen kredi, bankanın şüpheli alacaklarının artmasına neden olur. Bu durumun sürekli hale gelmesi bankayı iflasa kadar sürükleyebilir. Risksiz işletmeye kredi verilmemesi ise, bir fırsat kaybı olarak ortaya çıkan alternatif bir maliyet olacaktır. Kredileri kullanırken işletme getiri ve risk açısından optimum sonuca ulaşabileceği stratejiyi izler. Getiriyi artırmak amacıyla üstlenilen riskler arttıkça alınan bir kredinin sorunlu krediye dönüşmesi olasılığı da artar. Böyle bir durumda da kredinin ödenmesindeki güçlükler işletmenin likidite yönetimini zorlaştırır. İşletmenin piyasadaki ismi olumsuz olarak etkilenir ve kredibilitesi düşer. Bilançonun pasifinde meydana gelen bu olumsuz gelişmenin bilançonun aktifine yansıması, müşteri kaybına ve satışların azalmasına yol açar.
Likidite Riski
Sermaye, üretimin iki temel girdisinden biridir. İşletme, faaliyette bulunduğu sürece, bu temel girdiyi en az riskle ve en düşük maliyetle yeterli ölçüde finans piyasalarından sağlayabilmelidir. İşletmelerin sermaye girdisini sağladıkları finansal piyasalar başlıca para ve kredi piyasaları ile, sermaye piyasaları olarak ikiye ayrılır. İşletmeler para ve kredi piyasalarından daha çok işletme sermayesi ihtiyacı için kısa vadeli kaynaklar sağlarlar. Kısa vadeli finansal piyasalara para ve kredi piyasaları denilmektedir. Sermaye piyasaları ise şirketlerin daha çok hisse senetleri ve tahvil çıkararak veya bankalardan uzun vadeli borçlanarak kaynak sağladıkları piyasalardır. Likidite Riskini minimize etmek için sabit varlıklara yapılacak yatırımların finansmanı uzun vadeli kaynaklarla yapılmalıdır.
İşletmeler sermaye girdisi sağlama süreci içerisinde çok değişik durumlarla karşı karşıya kalabilirler. İşletme yönetimi faaliyetleri ile ilgili planlar yaparken kaynak piyasalarındaki gelişmelerle ilgili değişkenleri de kurdukları tahmin modelleri içerisinde ele almak zorundadırlar. İşletme sermayesi ihtiyacı başlıca iki değişkene göre tahmin edilmek zorundadır. Bunlardan bir tanesi, günlük işletme faaliyetlerini finanse edebilecek büyüklükte olmasıdır. İkincisi ise, kısa vadeli borçlarını ödemeye yeterli olmalıdır. Eğer para ve para benzeri varlıklar (cari aktifler toplamı ki buna gayri safi çalışma sermayesi diyoruz) bu iki amaca yönelik fon gereksinimini karşılayabilecek büyüklükte ise o zaman kısa vadeli fon yönetiminde başarı sağlanmış olacaktır. Eğer işletmenin cari aktifleri toplam bu iki amacın gerektirdiği fon tutarının altında kalırsa o zaman işletme risk altına girmiş olur. İşletme günlük faaliyetlerin yapılabilmesi için hammadde alımı işçi ücretlerinin ödenmesi,telefon,su faturalarının ödenmesi ve benzeri gibi harcamaları yapamaz.
Ancak bu durum ülkemizde olduğu gibi faiz oranlarının çok yüksek olduğu ve kamunun finansman açığını kapatmak için yüksek risksiz faiz oranlarıyla (risk-free) borçlandığı bir dönemde ellerinde bol miktarda likidite bulunan işletmelerin bu kaynakları üretimden çekerek finans sektöründe değerlendirmesi suretiyle çok yüksek kârlılığa ulaşmasına da neden olabilir. Nitekim, ülkemizde bir çok mal ve hizmet üreten işletmelerin toplam cari aktifleri içerisinde başlıca iki kalem (ticari alacaklar ve stoklar) yaklaşık %70 paya sahipken son beş yıldan bu yana Pazarlanabilir Menkul Değerler Kalemi cari aktifler içerisinde bazı işletmelerde bu iki kalemin toplamının da üzerine çıkmıştır. Yani işletmeler üretim yapmak yerine REPO yapmayı, kamu ve özel sektör menkul değerlerine yatırım yaparak kazanç sağlamayı, üretimde bulunmaya tercih etmişlerdir. Bunun sonucunda bu işletmelerin gelir tablolarında faaliyet gelirlerinden daha fazla faaliyet dışı gelirlere ulaşabilmeleri mümkün olmuştur. Ancak kısa vadeli kaynak piyasasında yaşanan kriz anında uzun vadeli kaynak piyasasını ve borsayı da anında etkilediği ve indeks 7000 seviyelerine kadar düşüş gösterdiği için paralarını borsada hisse senetlerine yatırım yaparak kazanç sağlamak isteyen işletmeler 2001 yılı bilançolarında bu şansa da sahip olamayacaklar demektir. İşletmeler, eğer borçlanmanın maliyetinden daha yüksek getiri sağlayan yatırım seçenekleri varsa ve bu seçenekler borcun vadesi içerisinde borç ana para ve faizlerini geriye ödeyecek ölçüde nakit yaratabiliyorsa (cash generation) borçlandıkları sermayeyi üretimde kullanmak isterler. Bu olmadığı taktirde, değil üretimde kullanılmayan atıl fonların, tüm kaynakların üretim dışı alanlara yatırılması kaçınılmaz olur. Madalyonun öbür yüzü kuşkusuz kısa vadeli kaynak yetersizliği içerisinde bulunan işletmeler için tehlike çanlarının çalması ile ilgilidir. Bu işletmeler ya faaliyetten çekilecekler, ya da çok yüksek faiz oranlarına rağmen durumun düzelebileceği düşüncesiyle bir süre daha borçlanarak faaliyetlerine devam etmeye çalışacaklardır. Böyle bir durumda, borç tuzağına düşmek, giderek daha kısa vadeli ve daha yüksek faizli borçlanmak zorunda kalacaklardır. Kısa vadeli kaynak sorununu çözebilmek için bir yol bilançonun aktifinde yer alan kısa vadeli senetli alacakları factor denilen kuruluşlara satmak veya menkul kıymetleştirme (Asset Based Securitization) yapmaktır.Kriz dönemlerinde finansal yönetimin bir diğer önemli sorunu kapasite artırıcı yatırımlara gidilip gidilmeyeceği ve eğer gidilecekse bu yatırımların hangi yolla finanse edileceğidir. Aslında sabit varlıkların yönetimi konusu teknolojinin hızla değiştiği dünyamızda giderek artan bir önem kazanmış bulunmaktadır. Burada zamanlama (Timing) en önemli sorundur. İşletmeler bu yatırımları zamanında yapmazlarsa potansiyel müşterilerini rakiplerine kaptırırlar. Talep artışını beklemeden yaparlarsa bu kez de atıl kapasite sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Birim başına düşen sabit maliyetleri yükselir ve yüksek maliyetlerle piyasada rekabet edebilmek imkanları ortadan kalkar. Atıl sabit varlıklara bağlanan paranın maliyeti yüksek faiz oranları nedeniyle dayanılmaz boyutlara ulaşır. Bu dönemlerde öz kaynaklarla finansman ağırlık kazanır. Yatırımların finansmanı için önerilebilecek bir diğer finansman biçimi finansal kiralama ve risk sermayesi olabilir.
0 yorum:
Yorum Gönder